Dinler Tarihi Yahudilik
Yahudilik , İsraillilerin yahut İbranilerin, yahut Yahudilerin dinidir. İsrailliler Batı Semitleri arasında sınıflandırılmış bulunmaktadır.
İsrail sözü , ‘Savaşan Tanrı’ yahut ‘Tanrıya Karşı Kuvvetli’ anlamına gelmektedir. Yaptığı savaştan sonra Yakup’a bu ad verilmiştir. On iki kabilenin hepsi ortaklaşa ‘İsrailliler’ adını almışlar, Süleyman’dan sonra Kuzey Krallığını yahut İsrail’i teşkil eden kabileler de bunu muhafaza etmişlerdir.
Kişilere ve dile de uygulanan ‘Ibranî’ deyimi ‘Hibri’ sözünden gelmektedir. Kenan ülkesinin yerlileri, nehrin öteki kıyısından gelmiş olan göçmenleri böyle adlandırmaktaydılar. İbranice , Yahudi sözü ise Güney Krallığı,yahut Yahuda ülkesinin sakinlerini göstermekteydi. Sonradan bu söz , kavmin tümü için kullanılmaya başlanmıştır. Greko -romen devrinden itibaren kişileri göstermek için tercihen bu terim kullanılmaktadır.
Yahudiliği incelemek için ilkin İsraillilerin girişlerinden önce Filistin’deki dinsel durumun ve Filistin’e yerleşmeden önce İsraillilerin durumlarının ne olduğunu bilmek ;Musa ile ondan sonra gelenlerin daha sonra öbür Peygamberlerin faaliyetlerini gözden geçirmek ;tarihsel devrede kavmin beslediği inançları çözümlemek; nihayet Hristiyanlığın ortaya çıkışından günümüze kadar İsrail’in geçirdiği tekâmülü takip etmek gerektir.
Yahudilik üzerine başlıca belge, İsrail’in kutsal kitabı olan Eski Ahid’dir. Bu ‘Ahid’ sözünü ortaya atan, Hristiyan Kilisesi olmuştur. Ahid, İttifak sözünün yanlış olarak çevrilişidir. Bahis konusu olan, Tanrı ile İnsanlık arasındaki ittifak’tır. Eski Ahid, Kutsal Kitap’ın birinci bölümüdür. Bunun ikinci bölümünü ise Hristiyanların Yeni Ahid’leri yani “İncil” teşkil etmektedir.
Eski Ahid’i meydana getiren kitaplar İbranice yazılmıştır. Bunların bazı parçaları da Asya’nın Yakındoğusunda çok yaygın bir dil olan âramîce ile yazılmış bulunmaktadır.
Eski Ahid’i teşkil eden yazıların resmen derlenmiş şekline “Eski Ahid’in Şeriat Kitabı” adı verilir. Massoretik denen ve İbranice olan geleneksel nüsha, M.S. VII. ve X. yüzyıllar arasında yazılmıştır. Adına “Yahudi Şeriat Kitabı” denen kitabı teşkil eder ve Yahudi Sinagogunun M.Ö. I. yüzyıla doğru İbranice metnine sahip olduğu kitapları ihtiva eder. M.Ö.150. yıllarına doğru bu metinlerin çoğu, İbranice’yi bilmeyen Mısır Yahudileri için Yunanca’ya çevrilmiş bulunmaktaydı; bu çevirinin birlikte çalışma yetmiş kişi tarafından yapıldığı rivayet olunur. Bu yüzden de bu nüshaya “Yetmişlerin Çevirisi” adı verilmiştir.
İbranice Kutsal Kitap’ın hiçbir orijinal el yazması muhafaza edilmiş değildir. Delaporte’un yazdığına göre “antik çağdan kalma tek-tük parçalar ancak sn zamanlarda bulunmuştur”. Elimizdeki en eski İbranice Kutsal Kitap el yazmaları M.S. X. yüzyıldan daha eski değillerdir. Buna karşılık Yunanca çeviri ile Latince çevirinin çok daha eski el yazmalarına sahip bulunmaktayız. Ayrıca Süryanice bir çeviri ile adına Peschitto(sade metin) denen çeviriyi de saymak gerektir.
Bütün bu metinler arasında oldukça büyük sayıda değişiklikler varsa da bunlar, metnin anlaşılması bakımından ortaya pek öyle ciddi güçlükler çıkarmamaktadırlar.
Hristiyanlık çağının başlangıcında Eski Ahid’de “Şeriat Kitabı” (yahut Tevrat) ‘Peygamberler’ gibi bölümlerle Kutsal yazarlar tarafından yazılmış başka bölümlere rastlanmaktaydı.
Şeriat Kitabı (Tevrat), Musa’ya atfedilen beş kitaptan meydana gelmişti ki şunlardır : Tekvin, Çıkış , Sayılar , Levililer, Tesniye. Yunanlılar bu topluluğu Beş Kitap (Pentateuque) diye adlandırmışlardı. Bugün bunlara “Yeşu’nun Kitabı” da eklenerek Eski Ahid’in birinci kısmı “Altı Kitap” adıyla anılmaktadır.
Eski Ahid’de ayrıca “Peygamberlerin Kitapları” ile çeşitli başka metinler de vardır ki, şunlardır : “Neşideler Neşidesi”, çok güzel bir aşk türküleri topluluğudur. “Mezmurlar” çoğu zaman muhteşemdir. Ayrıca “Meseller Kitabı”, ” Eyub’un Kitabı” ; “Vaız Kitabı” vs de vardır.
Birçok düşünürler, Kutsal Kitap’ta Tanrı Kelamı’nı görmüşlerdir ve elân da görmektedirler. Merano Ruhanî Kurulu 1546’da Eski Ahid de dahil olmak üzere Kutsal Kitap’ın Tanrı tarafından ilham edildiğinden şüphe edilmesini yasak etmiştir. Yahudi Sinagogu ile çeşitli Hristiyan Kiliseleri Kutsal Kitap’ın gerek “söylenip yazdırıldığını”, gerekse herhalde “Tanrı tarafından ilham edildiğini” şimdi dahi kabul etmektedirler. Bazıları bu ilhamın sadece din ve ahlâkla ilgili kısımlara sınırlandırılmasını ileri sürmekte iseler de, bu tez Katolik Kilisesi tarafından reddedilmiştir.
Bununla beraber , sayıları gittikçe artmakta olan bilginler genel olarak Kutsal Kitap’a ve özel olarak da Eski Ahid’e, öteden beri edebî ve tarihsel çeşitli metinleri incelemek için kullanılması âdet olan eleştirme usullerini uygulamaktadırlar.
Daha XVII. yüzyıldan itibaren büyük Hollandalı filozof Spinoza(1632-1677) de yazdığı dinsel ve politik konular üzerindeki kitabında, Kutsal Kitap’ın ihtiva ettiği çok sayıdaki birbirini tutmaz şeyler üzerine dikkati çekmekte, bu birbirini tutmazlıkların çok göze batar olduklarını belirterek hahamlarla alay etmekteydi ki, Spinoza’nın Yahudi olduğunu da unutmamak gerektir.
Yine bu eleştirme ve inceleme çalışmalarının büyük öncülerinden olan Fransız yazarı Richard Simon 1678’de yayınladığı “Eski Ahid’in Eleştirimsel Tarihi” adlı eserinde Musa’ya atfedilen ve içinde kendisinin ölümünün de bahis konusu edildiği ilk beş kitabın onun tarafından yazılmış olamayacağını meydana koymaktadır.
XVIII. yüzyılda Jean Astruc adlı Fransız hekimi, daha önce de ortaya atılmış olan çok önemli bir faraziyeyi gayet açık bir şekilde meydana koymaktadır ki, şudur :
“Beş Kitap’ın yazarı veya yazarları iki ayrı hikayeyi birbiriyle karıştırmaksızın, yan yana koyarak anlatmışlardır. Bu hikayerleden birinde Tanrı Elohim( Eloh,ruh. Elohim ise ruhların tumü) diye adlandırılmaktadır. Öteki hikayede ise Tanrı Yehova(yani Varolan) diye adlandırılmış bulunmaktadır.
Elohist diye adlandırılan metin Tekvin’in ilk bölümü ile ikinci bölümün ilk üç âyetini içine almaktadır. Yehova metni diye adlandırılan metin ise, ikinci bölümün dördüncü âyetinden başlamaktadır.
İki hikayenin arasındaki ayrılıklar bundan da anlaşılmaktadır. Elohist metinde insanın yaradılışı bitkilerin yaradılışından sonra gelmekte, Yehova metninde ise insan, bitkilerden önce yaratılmaktadır. Elohim insanı kendi suretinde yaratarak onu, aynı zamanda “erkek ve dişi” yaratmaktadır. Yehova ise ilkin erkeği yaratmakta, sonra : “Erkeğin yalnız olması iyi olmaz; bir de ona uygun kadın yardımcı yaratacağım” diyerek erkeğin kaburga kemiğinden kadını yaratmaktadır.
Görüldüğü gibi, tarihsel eleştirme Kutsal Kitap’ın bütün öteki dinlerde rastlanan kutsal metinlerden esaslı şekilde ayrı olmadığını onlar gibi bunun da insan elinden çıkma olduğunu meydana koymuş bulunmaktadır.
Eski Ahid’in modern tarihsel eleştirmenin verileri sayesinde yorumlanmış olan bazı parçaları, Filistin’in, yahut Kenan ülkesinin İsrailliler gelmezden önceki durumunu az çok sezmek ve anlamak imkanını bize vermektedir. Bu konuda özellikle 1890’dan beri Filistin’le Fenike’de yapılan kazılarda bulunan arkeolojik ve epigrafik belgelerden bilhassa faydalanılmaktadır. Zira her iki ülke aynı medeniyete sahiptirler ve günümüzde Fenikeliler, Kenan ülkesinden çıkma sayılmaktadırlar.
Görünüşe göre, Filistin’de ilkin yerli halk; sonra semitik kökten olup toprağa bağlı bulunan eski göçebeler; son olarak da diğer insan grupları oturmuşlardır. Örneğin , Filistinlilerin Ege Denizinin kıyılarıyla adalarından kovulma Egeliler oldukları sanılmaktadır.
Animizm( örneğin , Karmel ve Hermon gibi) dağları,pınarları,ırmakları,dikili taşları Nablus yakınındaki Kâhinler Ağacı gibi ağaçları kutsal saymaya sevk ediyordu.
Kutsal nesnelerle süslenmiş mübarek yerler vardı. Tesniye yani İkinci Şeriat Kitabı, bu gibi yerlerin yıkılmasını emrederken,buraları tam tamına tarif de etmektedir :
“Mülklerini alacağınız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve bütün yeşil ağaçlar altında Tanrılarına tapındıkları bütün yerleri mutlaka yıkacaksınız; ve onların Mezbah’larını yıkacaksınız ve Tanrıların oyma putlarını baltalayacaksınız ve o yerden adlarını yok edeceksiniz”
Animizm geniş bir nüfuz muhafaza etmekle beraber, Çoktanrıcılıkla sonuçlanmıştı, İbraniler, Kenanlılarla temasa girdikleri sırada bu sonuncuların tapınışı Baal’lerle Astarte’lere hitap etmekteydi.
Baal’ler yerli tanrılardı; örneğin Baal Zebul, Sineklerin Tanrısıydı ve görevi de belki onları uzaklaştırmaktı. Nitekim ünlü bir şeytan olan Belzebuth’un adı da buradan gelmektedir. Bu Baal’lerin çoğu , bereket saçan bir pınarın perileri ve tarımcıların koruyucuları olmak gerekti.
Birçok Tanrılara ancak bazı bölgelerde tapınılmaktaydı. Örneğin buğday Tanrısı olan Dagon, Filistinliler tarafından benimsenmiş yerli bir Tanrıydı.
İsrailliler Kenan ülkesine gelince,bura halkının ahlâksızlığından utanç duydular. Ana babaya saygı gösterilmiyor, çocuklar kurban ediliyor,her yanda hayâsızlık ve cinsel sapıklıklar hüküm sürüyordu. Nitekim Kutsal Kitap’ın Levililer faslı bu menfur şeylere hücum etmektedir. Ayrıca,yine bu bakımdan Tekvin’de Nuh’un oğularından biriyle ve Sodom ve Gomorra ile ilgili birtakım hikayeler vardır.
Bununla beraber Kenan ülkesine girmiş olan İsrailliler aralarına karışacak oldukları Filistinlilere başka bakımlardan çok yakın durumdaydılar.
Filistin’e yerleşmelerinden önceki devrede İsrailliler çoğu zaman “Musa’dan önceki İbraniler” diye adlandırılır.
Sanıldığına göre, bunların törenlerinden ve inançlarından çoğu Müslümanlıktan önceki Araplarınkine benzese gerekti.
Musa’dan önceki bu İbraniler çadırda yaşayan, hayvan yetiştiren göçebe Semitlerdi. Kabilelere ayrılmış bulunmaktaydılar. Her kabile de birkaç aileyi ihtiva eden klanlara bölünmüş durumdaydı.
Önceleri soy ana tarafına bağlıydı. Çocuklar,analarının klanına giriyorlardı. Asırlar boyunca ana, çocuklarının adını seçmek hakkını muhafaza etti. Çoğu zaman kadın, ana-babasının yanında oturuyor, kocası da arasıra gelip onu ziyaret ediyordu. Örneğin , Kutsal Kitap’ın “Çıkış” faslında yazılı olduğuna göre, Musa, Midyan’lı bir kadınla evliydi, kadın da oğuları ile birlikte kendi memleketinde kalmıştı. Muhakkak olan şu ki, çadırın sahibi,kadındı. Kocası da onun yanına gelip oturabilirdi. Nitekim Tekvin’in Yehova Metni’ne göre : “Erkek anası ile babasını terk edecek ve karısına bağlanacaktır.”
Irkın çeşitli dallara ayrılışından önceki, cok eski olması gereken bir çağda, soyun kadın tarafına bağlı olması yerine, erkek tarafına bağlı olması usulü geçti. Toplum ataerkil (pederşahi) hale geldi. Bunun üzerine kadın,kocasının malı oldu. Koca eşinin efendisi,Baal’i idi. Koca eşini babasından ve erkek kardeşlerinden satın alıyordu. Çok eski zamanlarda babanın çocuklarını, üvey çocuklarını,torunlarını mahkûm etmeye ve öldürmeye hakkı vardı; ki bunu Tekvin’de de görüyoruz.
Klanın bütün üyeleri kendilerini aynı kandan saymaktaydılar; kendi aralarında birbirlerini “Kardeş” diye çağırıyorlar ve bu kanın arılığına büyük önem veriyorlardı.
Klana giriş “sünnet” ameliyesi ile vuku buluyordu. Sünnetin amacı; delikanlıyı evlenmeye yeterli bir erkek haline getirmekti. “Nişanlı” anlamına gelen söz aynı zamanda “sünnetli” anlamına da gelmekteydi. Nitekim Tekin’de, Yakup’un oğullarının, kendi kız kardeşleriyle evlenmek isteyen Kenanlı bir prensi sünnet olmaya zorladıklarını görmekteyiz. Sünnet ameliyesi ilkin bülûğ çağında yapılmaktaydı; daha sonraları ise çocukluktan itibaren uygulanmaya başlandı.
Sünnet herhalde Tunç Devri’nden de önce var olan çok eski bir usuldü. Çünkü sünnet ameliyesini yapmak için İbraniler taştan bıçaklar kullanıyorlardı. Afrika’da eskiden beri uygulanmakta olan bu usûl görünüşe göre, İbranilere Mısır’dan gelmiş olsa gerektir. İbraniler de bunu çevrelerindeki insanların yargılarından çekindikleri için,Mısırlılar tarafından hor görülmemek üzere benimsemişe benzemektedirler.
Bütün öteki kavimlerde olduğu gibi, Musa’dan önceki İbranilerde de Animizm’in yanısıra büyücülük de vardı. Nazar değmesine, lânet ve belâ okumanın, aşk iksir ve meyvelerinin tesirliliğine inanılıyordu. Taklidi büyücülük icra olunmaktaydı. Örneğin, Yeşu, savaşın devamınca kargısını, Musa da asâsını düşmandan yana yönelterek kendi taraftarlarının zaferini saglamaktaydılar. Bir oğlağı anasının sütünde pişirmenin eskiden beri yasak oluşu keyfiyeti de izahını “duygudaşlı büyücülükte” bulmaktadır. Çıkış’a göre bu, “hem sütünü veren hem de oğlağı doğurmuş olan keçiye iki katlı acı çektirmek olur ve hatta belki de onun sütünün kesilmesine yol açabilir.”
Lods’un “İsrail” adlı eserinde yazdığına göre, büyücülük zihniyeti en eski çağlarda dahi İsrail zihniyetine vücut veren unsurlardan biriydi. Nitekim bu genel olarak bütün Antikçağ kavimleri için de böyle olagelmiştir.
Ölüler insanüstü bir kudret ve bilgi edinirler, ruhlar(elohimler) haline gelirler. Eski Ahid, Saul’un isteği üzerine Samuel’i bir falcı kadına başvururken gösterdiği sırada, tam tamına bu ‘elohim’ sözünü kullanmaktadır.
Toprağa bağlı olan Kenanlılar, yerli Baal’lere tapınırlarken, göçebe İbraniler de gezginci grupların koruyucuları olan Elohim’e tapınmaktaydılar.
Kenan ülkesine girdikleri zaman İbranilerin dinleri bu şekildeydi ve birçok bakımdan Filistinlilerin dinlerine benziyordu. Bu şartlar altında İsrail sakinlerinin tapınışını benimsemek arzusuna kapılışlarının ve daha sonra da daha mütekâmil bir Tektanrıcılığın temsilcilerinin,eski usul ve anlayışlara dönüşle sık sık savaşmak zorunda kalmış olmalarını sebebi kolayca anlaşılır.
Kutsal Kitap’ın bize öğrettiğine göre, Musa çocukken bir sepete konulup nehrin üzerine bırakılmış, Firavunun kızı tarafından kurtarılmış,hükümdarın sarayında büyütülmüştür. Bir Yahudiye kötü muamele eden bir Mısırlıyı öldürdüğünden çöle sığınmış, çölde Tanrı ona alev alev yanan bir çalı ortasında görünmüş, ona kavmini kurtarmak ve bu kavmi götürüp “adanmış toprak”a, yani Kenan ülkesine yerleştirmek ödevini vermiştir. Bunun üzerine İsrailliler Mısır’dan ayrılmışlardır. Bu “huruç” yani Mısır’dan çıkıştır. İsrailliler bir bulutla bir ateş sütununun kılavuzluğu altında çöle girmişler, burada kırk yıl geçirmişlerdir. Sina’ya geldiklerinde Musa, Tanrı’dan On Buyruğu alıp, İbraniler Kenan ülkesine yerleşmezden önce bu buyrukları onlara bildirmiştir.
Musa’ya atfedilmesi gelenek haline girmiş olan “On Buyruk” dinsel edebiyatın güzel bir sayfasını teşkil etmektedir ve şöyledir:
“Seni Mısır diyarından ve esirlik evinden çıkaran Tanrın Yehova benim. Karşında benden başka Tanrıların olmayacaktır. Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın,yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacksın. Çünkü senin Tanrın olan ben Yehova, kıskanç bir Tanrıyım.”
“Sebt gününü kutlamak için onu hatrında tut. Altı gün çalışacaksın ve bütün işini yapacaksın. Fakat yedinci gün Tanrı’ya ayrılmış olan bir dinlenme günüdür. Sen ve oğlun ve kızın ve kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan konuğun o gün hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Yehova gökleri,yeri ve denizi ve onlarda olan bütün nesneleri altı günde yarattı ve yedinci gün dinlendi. Bunun için Yehova yedinci günü mübarek kıldı ve onu takdis etti.
Babana ve anana saygı göster; tâ ki Tanrın Yehova’nın sana verdiği toprakta ömrün uzun olsun.
-Adam öldürmeyeceksin.
-Zina işlemeyeceksin.
-Hırsızlık etmeyeceksin.
-Hemcinsine karşı yalın şahitlik etmeyeceksin.
-Hemcinsinin evine tamah gözüyle bakmayacaksın.
-Komşunun karısına,kölesine,cariyesine,öküzüne,eşeğine ve onun malı olan hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin. ”
Muhtemel olarak Hristiyanlık çağından önceki XIV. yüzyıl dolaylarındadır ki, İsrailliler; Kenan ülkesine yerleşmişlerdir.
Bunun üzerine artık göçebe bedeviler olmaktan çıkarak toprağa bağlı çiftçiler olmuşlar, çadırı bırakıp birer ev edinmişlerdir. Rençber haline gelmişler, türlü tarım çeşitleri arasında meyve ağaçları yetiştirme işiyle de ilgilenmişlerdir.
Göçebe iken İsrailliler kutsal varlıklar olarak ruhlara, Elohim’e sahip bulunmaktaydılar. Musa bu Elohim’den birini, “Sina Elohim’i Yehova’yı” bütün kabilelere benimseterek bunları birleştirdi. Kutsal dağ, bir volkandı. Yehova Israillilere çölde geceleyin bir ateş sütunu, gündüzün ise sütun halindeki bulutlar olarak göründü. Bunlar da bir volkanın belirli vasıflarıdır. Sina dağının Elohim’i, tabiatıyla ateş, yıldırım,depremle münasebet halindeydi. Yehova Musa’ya, “bir çalının ortasındaki alevin”, ateş halinde yanan bir çalının içinde göründü. Gök gürültüsü ise “Yehova’nın Sesi” idi.
Derken Yehova, Baal’leri yuttu,onların “hazret, efendi” anlamına gelen unvanlarını aldı ve bu unvanlar, çoğu zaman onun adına eklenmeğe başlandı. Onların sıfat ve görevlerini de ellerinden aldı. Bereketli yağmurla kuraklığı kendi arzusuna göre dağıtan bir Tanrı sayılmaya başlandı. Bundan böyle tarım işlerinin başarı sağlaması için ona yalvarılır, Kenanlıların tapınakları, kutsal yerleri ona hasredilir oldu.
Filistin, Yehova toprağı haline geldi. Yehova , göklere yerleştirildiği zaman bu gök, “Yakup’un Gök’ü” oldu. Nitekim, İkinci Şeriat Kitabı’nda sözü geçen ve Kenan ülkesinde başı göklere varan merdiven, bu göke erişmekteydi.
Böylece, Kenan ülkesine yerleşen Yahudiler nezdinde üstün gelen dinde İsrail’in kendi nüfuzu neticede eski Filistin’inkinden daha kuvvetli olarak ortaya çıkmakta,yani Elohim, Baal’e galebe çalmaktadır.
Bundan böyle artık orada Tektanrıya tapınış vardır. Fakat Tektanrıya tapınış, Tektanrıcılık değildir. Daha sonraki bir çağa kadar İsrailliler öteki kavimlerin de yerinde olarak tapındıkları başka ulusal Tanrıların varlığını pekâlâ kabul ettiler.
Buna göre, Lods’un bulduğu hayret verici bir formülle bakarsak, “Tektanrıya tapınış da Çoktanrıcılığa tapınışın bir şeklidir.”
Yehova’nın en belirli vasfı ulusal bir Tanrı oluşudur.
Yabancı kavimlerle olan münasebetlerinde İsraillileri daima destekler.Ne İbrâhim’i ne de İshak’ı, Firavun’la Abimelek’i yalan söyleyip aldattılar diye ayıplamaz. Mısır’dan çıkış sırasında kavmine hırsızlık yapmasını öğütler. (ÇIKIŞ, III, 21-22)
“Ve gittiğiniz zaman eli boş gitmeyeceksiniz. Her kadın komşusunda ve evindeki misafirden gümüş eşya ve altın eşya ve giyecekler isteyecek ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz. Ve Mısırlılar’ı soyacaksınız”
Ulusal Yehova savaşçı bir Tanrıdır. Lods,bunu şöyle anlatmaktadır:
“İsrail’in ulusal savaşları, “Yehova Savaşları” diye adlandırılmaktadır. Ulusun düşmanları, ulusun Tanrısının düşmanlarıdır. İsrailli savaşçılar, onun yardımcılarından başka kimseler değillerdir. (HAKİMLER, V, 23).
İsrail sosyal teşkilatlanmasını ve kutsal bir mahiyeti olan hükümdarın tayini işini Yehova’ya bağlar. Kral, Yehova’nın Sevgili Kulu, rahiplerin başıdır. Örneğin Davud, ruhanî urbalar giymiş olduğu halde, Ahid Sandığı önünde rakseder.
On Buyruk’u Musa’ya ileterek Yahudilerin ahlâksal kanunlarını vermiş olan Yehova’dır. Çünkü, o aziz bir Tanrı, bir adalet Tanrısıdır. Her türlü adaletsizlik, yalan yemin, dullara ve yetimlere yapılan haksızlık karşısında çok büyük bir gazap duyar. Onlardan birinin, örneğin bir hükümdarın işlediği suç için yakınlarını, torunlarını, bazen bütün bir topluluğu cezalandırdığı olur. Fakat dindar insanları bir kuşak sonraki torunlarına kadar takdis ettiği de görülmüştür.
Bu Tanrı’ya birkaç tapınış vardır.
Daha başlangıçtan itibaren, Tanrı’nın içinde hâzır nâzır olduğuna inanılan Ahid Sandığı’na tapınılır. Bu Ahid Sandığı öylesine mana ile doludur ki, dindar bir İsrailli düşmesin diye ona dokunduğu zaman, yıldırımla çarpılmış gibi düşüp ölmüştür. (I. SAMUEL, 6-7). Buna karşılık, cok daha sonra, yani M.Ö. VII. yüzyıldan itibarendir ki, Süleyman tarafından sarayının mabedi olarak inşa edilmiş bulunan Yeruşalim(Kudüs) Tapınağı ulusal dinin merkezi, Yehova’nın tek meşru ve kutsal evi sayılmaya başlanmıştır.
Sofu İsrailliler bazı büyücülük usulleriyle savaşmaktaydılar. Nitekim Çıkış’ta “Hiçbir büyücü kadını yaşatmayacaksın” diye yazılıdır.
Bazı müminler, ölülere yapılan geleneksel tapınışı da bu yüzden hoş görmemişler, bunu ” İsraillilerin tapınışına tek hakiki olan Yehova’ya bir hakaret” saymışlardır. Bunların fikrince “ölüler hiçbir şey yapamazlar,hiçbir şey bilmezler; aşağı yukarı tam bir yokluk içindedirler.”
İşte yalnız bu noktada Çoktanrıcı Tektanrıya tapınış eski Animizm’le çatışma haline gelmiştir.
Fakat M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren bu Çoktanrıcı Tektanrıya tapınış gittikçe daha fazla Tektanrıcılığa doğru yönelmeye başlamıştır. Bu tekâmüle bir çeşit hissî mantık hâkim olmuştur.
İsrailli, kudretli Tanrı tarafından hattâ yabancı bir memlekette dahi koruduğunu hisseder. Başına gelen mutlu yahut mutsuz her işi Yehova’nın lûtfuna yahut gazabına atfeder. Yehova’nın kudreti Devletin sınırlarını aşar,evrensel bir kapsama erişir. Sofu bir İsraillide daima ve her yerde yalnız Yehova’ya tâbi olduğu duygusu gittikçe daha fazla yer eder. Bu İsrailli düşünceleri bakımından Çoktanrıcıdır. Ama duyuş ve davranış şekli bakımından hemen hemen Tektanrıcı hale gelmiştir.
Yehova’yı hem evrensel Tanrı hem de mutlak adaletin Tanrısı haline sokan ahlâksal Tektanrıcılık, bilhassa peygamberlerin çevresinde vücut bulmuştur.
Peygamber, Nebi terimi çok çeşitli insanlar için kullanılmaktadır. Bu terim, bazen loncalar halinde gruplanmış büyücüleri göstermektedir. Bu büyücüler ara sıra kutsal bir cezbeye tutulurlar, ‘mevleviler gibi dönüp zikrederlerdi.’ Bazen de bu terim yüksek vicdanlı insanlar için kullanılırdı. Bunlar bu sıfatları dolayısıyla çevrelerinin dar geleneklerini tenkide kendilerinde yetki görürler ve kendilerini Tanrının sözcüleri sayarlardı. Kelimenin bu ikinci anlamıyla peygamber sıfatını taşıyanlardır ki Yehova’da başlıca sıfat olarak evrensel bir adalet iradesi bulunduğunu keşfederek İsrail’i Tektanrıcılığa doğru yöneltmişlerdir.
M.Ö. VIII. yüzyılda çoban Amos gerçek dinin iyiliği sevip kötülükten nefret etmek; adaletin tapınış için yapılan fiil ve hareketlerden üstün olduğu tezini savunmaktadır.
Amos, “yoksulları yutan” , “âcizlerin hakkını yiyen” zenginleri harikulâde bir belâgetle ayıplamakta; zenginlerin ihtişamının yoksulların sefaletinden ileri gelmekte olduğunu ispat etmekte; Yehova’nın bütün bu adaletsizliklere òflkelendiğini ileri sürmektedir.
Mika’nın eserinde de tanrısal adaletin aynı şekilde yüceltilişine, sosyal haksızlıklıkların aynı şekilde mahkûm edilişine şahit olmaktayız.
Peygamberlerin en belâgatlisi, M.Ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan İşaya’dır. İşaya, Tanrının İsrail’i seçtiğini, fakat İsrail’in tamamen harici bir dindarlığı adaletten üstün tutarak Tanrının kendisinden beklediklerini boşa çıkardığını söylemektedir. Eserinin başında dokunaklı bir parça vardır ki, İşaya bunda, bu temayı Yehova’nın ağzından dile getirmektedir. Parça söyle başlamaktadır:
“Kendime bir aile kurmuştum ben,
Onun büyüdüğünü görmüştüm.
Fakat bu aile bana karşı isyan etti.
Boğa kendi yemliğini,
Eşek de sahibinin yemliğini bilir,
Fakat İsrail bilmedi.”
Bundan böyle de artık Yahudi Tektanrıcılığı kurulmuş bulunmaktadır. Yehova adı fazlaca ulusal bir anlam taşıdığından, onun yerine sık sık “Adonai (Hazret,Efendi) sözü kullanılacaktır.
Tek Tanrı artık ateşli bir inanca konu olmaktadır ve bu inanç, Mezmurlar’ın bazılarında çok muhteşem bir şekilde ifadesini bulmaktadır.
Örneğin, M.Ö. VI. yüzyıla ait olduğu söylenen XLII. ve XLII. Mezmur’da da bu böyledir ve Mezmur şöyle başlamaktadır :
“Geyiğin akarsuları özledigi gibi,
Canım da seni öyle özler Ey Tanrı !
Canım Tanrıya, yaşayan Tanrıya susamıştır.”
Asırlar boyunca İsrail’in umudu kollektif amaçlara, Tanrının sevgilisi olan kavmin maddi zaferine, ya da bütün insanlığın mutluluğuna yönelmiştir. Bu umud hiç bir zaman kişilerin aşağılık kaderiyle ilgilenmemiştir. Faziletli bir tutumun tek mükafatı, bu dünyada uzun zaman yaşamaktır. Ölülere gelince, onların kaderini kimse bilemez. M.Ö. II. yüzyılda yazıldığı sanılan Vaız Kitabı’nda şunlar yazılıdır:
“Yaşayan bir köpek, ölmüş bir arslana üstündür. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler; ölüler ise hiçbir şey bilmezler.”
Muhakkak olan şu ki, Yahudi kamoyu bu nokta üzerinde hiçbir zaman aynı fikirde olmamıştır. Hristiyanlık çağının başlangıcında Feresiler ölülerin dirilişini ve meleklerin varlığını kabul ; Sadukîler ise reddetmekteydiler.
M.Ö. II. yüzyılda Esanîler diye adlandırılan bir Yahudi komünist mezhebi kuruldu. M.S. I. yüzyılın iki Yahudi yazarı olan Josephus’la Philo, bu mezhepten hayranlıkla söz etmektedirler.
Esanîler, Yehova’nın belirli vasıflarından olan mutlak adalet düşüncesini en son haddine kadar vardırıyorlardı.
Bunlar her türlü şahsi mülkiyetten vaz geçmişlerdi. Altın ve gümüşün kullanılmasını kendilerine yasak etmişlerdi. Yabancı ülkelerden gelen arkadaşlara daima açık olan evlerde hep birlikte oturuyorlardı. Kollektif ambarlarda saklanan yiyecekler, giyecekler ve öbür mallar herkese aitti. Esanîler ancak için gerekli olan asgariyi tedarik etmek için çalışıyorlardı. Tarım ve balık avı ile uğraşıyorlar; fakat ticaret yapmıyorlardı. Zira ticaret, kazanç hırsının ve hemcinsine zarar verme arzusunun gelişmesine yol açmaktaydı. Bunlarda kölelik de yoktu. Hepsi hür, hepsi eşittiler.
Yahudi kökünden gelme bir başka entelektüel ve duygusal cereyan da Kabbala’dır.
“Gerçek” anlamına gelen bu söz, Yahudiler’de Tevrat’ın nakle dayanan yorumu demektir ki; bu yorum ergin kişilerce zincirleme olarak birinden ötekine nakledilir.
XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başında, bir İspanyol Yahudisi olan Leone’li Musa, zengin dindaşlarına Şeriat ‘ın yorumlarına ilişkin gizli kitaplar satmaktaydı. 1304’te bir araya toplanan bu kitaplar, Kabbala’nın ana metni olan Zohar’ı teşkil eder.
Kabbala, iyimser bir kamutanrıcılık (Panteizm)dır. Tenin mahkûm edilişine karşı isyan duyulan Rönesans devrinde “kutsal kitapların, bütün pervasızlıkları haklı gösteren,bu gerçek yorumunu” herkes sevinçle karşıladı.
Victor Hugo kendi sisteminin büyük kısmını Kabbala’dan aldı. Saurat’ın dediği gibi; “bugünkü tasavvufun büyük kısmı Kabbala üzerine kurulmuş bulunmaktadır.”
Kabbala cereyanının karşısında, yine Yahudi düşüncesi çerçevesi içinde, felsefî cereyanı koymak yerinde olur. Çeşitli çağlarda filozoflar, Yahudiliğin ana tezlerini dinsel olmayan sistemlerin görüşleriyle bagdaştırmayı denemişlerdir.
Yahudi düşüncesi ile meşrudur ama, bir dinin, bir kavmin ve bir ırkın sınırlarını çoktan aşmıştır :
Evrensel bir dehadır o.
(Visited 64 times, 1 visits today)
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...